12 Temmuz 2016 Salı

Kim Korkar Kırmızı Başlıklı Kızdan?




Bir önceki yazıyı yazma fikrinden hemen sonra bu yazının konusu da kendiliğinden çıktı karşıma. Vejetaryen olduktan sonra algıda seçicilik mi arttı yoksa gerçekten bir önceki yazıdaki tahminim sandığımdan çok daha gerçek hatta herkes için gözle görülür bir hal mi aldı bilmiyorum. Ama beni o kadar heyecanlandırdı ki yeni bir buluş yapmış bilim insanı edasıyla ve tüm coşkumla herkese anlatmak istiyorum bu keşfimi.

2.yaş doğum günü davetine gitmeden az evvel hediye olarak tüm kıyafet ve oyuncak seçenekleri tabi ki sıkıcı gelmiş ve kitap alarak gitmemiz gerektiğine çoktan karar vermiştim. Ofis arkadaşımın önerisiyle girdiğim YKY’da nasıl kitap bulacağım şimdi bu kadar seçenek arasında diye söylenmeye başlamıştım.  Çünkü bir çocuğa kitap almak ciddi bir iş idi J

Sonra tüm kitapları okuyup gözden geçiremeyeceğime kadar verdim ve o yaşlarda çocuğu olan arkadaşımın önerisine uydum. Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği tarafından 2009'da Yılın En İyi Resimli Öykü Kitabı ödülünü alan “Kim Korkar Kırmızı Başlıklı Kızdan?” kitabını aldım. Yanına da hayvan dostlarımızın bolca resimlerinin bulunduğu başka bir kitabı iliştirerek tabi. Bu arada neredeyse tüm çocuk kitapları hayvan karakterlerden oluşuyor. Vejetaryen olduktan sonra hayvanların her alanda ne kadar ilgi alanımıza girdiğini tekrar tekrar şaşırarak gözlemliyorum.

Yazıya konu kitabımıza geri dönecek olursak; içeriğini anlatıp keyfini kaçırmak istemem ama basitçe özet geçmeye çalışacağım. Bu sefer hikayeyi karşı taraftan dinliyoruz. Yani korkulan, midesine nineyi indiren ve avcı tarafından yakalanan kurttan. Bizim kurtlar artık bu masaldaki kötü taraf olmayı reddediyor ve ithamlara maruz kalmadan ‘kırmızı başlıklı kıza görünmeden ormanda  nasıl rahatça dolaşırız?’ın cevabını arıyor.

Anne kurt dolaşmaya çıkmak isteyen yavrusunu soru yağmuruyla ciddi bir testten geçiriyor. Başını belaya sokmayan, kendini koruyabilen ve bunu başkalarına zarar vermeden yapan ahlaklı bir yavru kurt yetiştirmeye çalışan anne, aldığı cevaplardan memnun kalıyor ve yavrusunu gezmeye uğurluyor.

Ama gördüm ki bu kitap sadece ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ masalına alternatif olmakla kalmamış. 

Bu kurtlar veji çıktı a dostlar!
Kitabı seven, çocuğuna okuyan, öneren insanlar bunun ne kadar farkında bilmiyorum ama insan yemeği reddeden, mutfağında sebze pişen, karnı brokolili makarnadan şişen, akşama evde kendisini mantarlı pizzanın beklediği kurtlar vardı karşımdaJ

Tabi ben bu ayrıntıların heyecanıyla kitabı iki kere baştan sona okudum ve doğmamış çocuğuma da bir tane almamak için zor tuttum kendimi. Bu noktada en az hikaye kadar çizimlerin de bu başarıdaki büyük payını söylemek gerek. Kitap elimde olmasa da anne kurt’un sebzelerle dolu rengarenk veji mutfağı gözümün önünde hala.


Şaşkınlığım böyle bir hikaye kitabının olmasına, sevilerek okunmasına ve ödül almasına iken, çoşkum ondan da güçlü, böyle bir kitabın ve benzerlerinin görünenden çok daha ciddi bir başarı potansiyeli taşımasınaydı.

O başarı, benim 25 yaşında fark ettiğim acı gerçeğin küçük kalplere çok önceden gösterilebilmesidir bence.
Çünkü hayvanların tamamen özgür olduğu bir dünya düzeni ancak böyle sağlanabilecektir.








27 Haziran 2016 Pazartesi


Çok Mümkün Bir ÜtopyaZootopia

İki hafta önce vizyona giren Zootopia, Türkçe ismiyle Zootropolis’i henüz izlemeyenler dikkat, az sonra okuyacağınız üçüncü blog yazım spoiler içeriyor, demedi demeyin.

Vizyona girer girmez kardeşimle gittiğim Zootropolis’i en az onun kadar başarılı benzerlerinden ayırıp yazıma konu edinmemi sağlayan  filmin ana karakterleri hayvanların beslenme biçimleri…

Biz insanların ki gibi medeni bir hayatın süregeldiği Zootropolis; yırtıcıların evrimleştiği, av ve avcının birlikte yaşayabildiği, ilkel ve vahşi yöntemlerin bir kenara bırakıldığı, bir nevi herkesin vejetaryen olduğu bir dünya... 

“Eee, koca fabl’dan bunu mu anladın şimdi?” demeniz mümkün… Tüm türlerin kardeşçe, bir arada yaşayabildiği bu şehir bize barış içinde, çok uluslu ama tek kültürlü bir hayatı işaret ediyor.  Filmin dikkat çeken repliklerinden “Zootopia’da ne olmak istersen Osun,” cümlesi ise ben merkezli, özgürlük kutsayıcı amerikan yaklaşımını tekrar tekrar hissettiriyor…

Bu eleştirel bakış bir kenarda dursun, özellikle Batı Amerika’da yükselen vegan nüfusu ve vegan yemek çeşitliliğindeki artışı düşündüğümüzde film bana umut vadedici bir biçimde çocuklara yönelik bir 
ön hazırlık gibi geldi. Bilimde, teknolojide, ekonomide bizi sürekli yakın geleceğe hazırlayan yapımlar sanki bu konuya da el atmış gibi.

İzleyen birçok insanın bu çıkarımı yapması mümkün olmayabilir fakat özünde biyolojik olduğu söylenen eylemlerle derdi olan bu filmin minik beyinlerde bazı algı kapılarını erkenden açmaya hevesli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki, çocuğuma vegan etik ve felsefesini anlatacak olsam başvuracağım bir kaç yöntemden biri de bu filmi izletmek olur. 

Sebebini aktarabilmek için biraz daha konusundan bahsedeyim… 

Zootopiada 14 memeli nedeni bilinmeyen bir şekilde vahşileşmiştir. Bu memelilerin sadece yırtıcı familyasından olduğunun öğrenilmesi halkta bir panik havası yaratır ve o can alıcı soru gelir. Bu vahşilik yırtıcıların genlerinde mi vardır?  Yıllarca avcılık içgüdüleri ile hayatta kalan bu canlılar evrimleşememiş midir? Soruların net cevabı olmasa da eski avlar çoktan korkuyla dolmuş, halk birbirinden uzaklaşmıştır…

Film boyunca beni en etkileyen bölüm; tüm bu davanın peşine düşen polis memuru tavşan Judy ve sonradan yakın arkadaş olacağı kurnaz tilki Nick arasında geçen bir diyalog oldu. Nick, Judye “Benden korkuyor musun? Sence delirebilir miyim? Vahşileşebilir miyim? Seni yemeye çalışabilir miyim?” diye sorarken yediğimiz onca canlıya rağmen kendimizi nasıl da ahlakın en üst basamaklarında, vahşilikten ve ilkellikten çok uzak gördüğümüze bir kere daha hayret ettim. 

“Vahşiliğin DNAmda olduğunu söylemeye nasıl cüret edersin” diye çıkışan Nick, bunu şahsına yapılmış bir hakaret olarak görüp tavşan arkadaşına tavır koyuyor.
Hayvan yemenin doğamızda olduğunu söyleyen vejetaryen-vegan karşıtı kesime ders verir nitelikte olan bu bölüm filmin de en vurgu alan kısı.

Sonrasında memelileri vahşileştiren şeyin bir bitki olduğu ve bu bitkinin aslında yırtıcı olmayanları da aynı biçimde etkileyebileceği ortaya çıkıyor. Eski huzurlu yaşantıya geri dönülüyor, yırtıcılara karşı oluşan önyargı da son buluyor. Ben de filmin açılış repliğini temenni ederek, biraz da umutla ayrılıyorum salondan:

“Korku, ihanet, kana susamışlık. Binlerce yıl önce dünyamıza hükmeden güçlerdi bunlar.”



16 Mayıs 2016 Pazartesi

"Evet hamile kalsam da yemeyeceğim, evet çocuğuma da yedirmeyeceğim"


‘En sık sorulanlar’ da ilk 5 sıraya rahatlıkla koyabileceğim iki soruya cevap yazının başlığı.

 İlk soruya bilimsel bir yanıt oluşturmaya çalışırsak nerdeyse hemen hemen herkes artık bebeğin annenin yediği yemeklerden değil, vücudundaki besin değerlerinden beslendiğini biliyor. Dolayısıyla bebek gelişimine pozitif katkı sağlamak toplumda bilinen eski haliyle hunharca yemek yiyip yan gelip yatmaktan geçmiyor. Dengeli ve besin değeri yüksek gıdalar tüketip, düzenli aktivitenizi ihmal etmemenizi, rejim yapmamanızı ama iki canlıyım deyip çift öğün de tüketmemenizi söyleyip duruyor doktorlar.

 Tabi ben bir doktor değilim, ahkam kesmeyeyim ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki vejetaryen-vegan olduktan sonra yediklerinize hayvan yiyen bir insandan daha çok dikkat eder oluyorsunuz. Ben et yerken burun kıvırdığım baklagillerle sıkı fıkı oldum mesela. Protein bakımından etle eş değer olduğuna inanılamayan kinoa en yakın arkadaşım, mantar ise kıymetli dostum. Artık ülkemizde de bol bol satılmaya başlanan falafel dışardaysam ilk tercihim. Pazar günleri ise uzun bir gün olacaksa evdeki yemeklerden bir kaba koyup yanımda taşıma alışkanlığı edindim. Zaten kimse bunun dışarda satılan dönerlerden, fast food zincirlerindeki burgerlerden daha sağlıksız olduğunu söylemeyecektir.

 Demem o ki tüketilmek için üretilen ve hızlıca büyütülen canlılardan alındığı sanılan bir çok besin değeri aslında bizim aldıklarımızdan fazla değil. Dolayısıyla hamilelikte et yememeyi annenin vicdansızlığı gibi sunmak, anneyi doğmamış bebeğin günahına giriyormuş gibi hissettirmek büyük haksızlık. Sağlıklı bir kadın bedeninde gayet sağlıklı bir bebek büyüyebilir. Günümüzde hamilelik şekeri ile uğraşan hatta hamileyken kanser olup tedavi gören ve fakat sağlıklı bir bebek dünyaya getiren kadınlar varken vejetaryen-vegan kadınların doğmamış bebeğini hastalıklı,eksik,mahrum görmeye gerek yok. Bir kadının dünyaya getirmeye karar verdiği canı ondan çok düşünüyormuş gibi yapmaya da…



 İkinci soruya etik bir yanıt oluşturmaya çalışırsak benim yavrum ineğin yavrusundan daha mı değerli demek geliyor içimden. Ya da bir kuzudan?

 Sonra bu soruyu duydukça aklıma sürekli Amerikalı komedyen George Carlin’in kürtaj konusunu ele aldığı bir standupı geliyor. Konu farklı olsa da orda hala beni çok etkileyen bir soru soruyordu. “Yaşam kutsal mıdır?” Bu soruya özünde kutsallığın uydurulmuş bir şey olduğunu söyleyerek yanıt veriyordu. Fakat bunu söylerken yaptığı bazı tespitlerin bende açtığı kapı başka olmuştu. Ben soruyu “İnsan yaşamı kutsal mıdır?”  diye sormuş ve ne zaman hayvanlardan daha kutsal ve değerli bir hayatımız olduğunu, bu fikrin bizde ne zaman oluştuğunu merak etmiştim. Büyük ihtimalle avcı olduğumuz dönemde karnımızı doyuran,bizi hayatta tutan bu canlıları kutsal görüyor, onlara şükran duyuyorduk. Peki medeniyetler kurduktan, kendimizi istediğimiz herşeye sahip olacak kadar geliştirdikten ve aç kalmayacak donanıma eriştikten sonra bu canlıları öldürmeye neden devam ettik? Toplumsal ilkeler,kurallar oluşturup, kendimizi eğitme, geliştirme, terbiye etme aşamalarından geçirirken nedense konu yemeğe gelince o konuda islah olma gereği duymamışız. Çünkü bence artık hayvan yememiz sadece açlığımız ve hayatta kalma içgüdümüzden değil, tabağımızda çeşit görmeye, değişik damak tadları oluşturmaya olan merakımızdan. Yani kendimizi onlardan üstün konumlandırmamızdan..

 Hayvan özgürleşmesindeki özgürlük kavramını değerli görmeyen gözler, çocuğuna et yedirmemeni çocuğun özgürlüğüne yapılan bir saldırı gibi kodluyor ve bunu yapmaya hakkın olmadığını, çocuğun aklı erdiği zaman buna kendinin karar vermesi gerektiğini söylüyor.

 Bense bir çocuğun zaten içine doğduğu aile neyse ona maruz kalarak büyüdüğünü, ebeveynlerin hayat görüşünü, ahlak anlayışını çocuğuna öğrettiği ve öğütlediği her alanda olduğu gibi yemek kültürünün de bunun bir parçası olduğunu söylüyorum.

Çocuğuna şeker yedirmeyen bir anneyi suçlayamayacağınız gibi hayvan yedirmeyen bir anneyi de suçlayamazsınız diyorum.

Çocuğuna inandığı dini anlatan bir anneyi suçlayamayacağınız gibi çocuğuna hayvanların çektiği acıları anlatan bir anneyi de suçlayamazsınız diyorum.

Ve hatta;

Çocuğuna doğruluğun, dürüstlüğün erdemini öğreten bir anneyi takdir ettiğiniz gibi çocuğuna öldürmemenin,zulüm etmemenin erdemini öğreten bir anneyi de takdir etmelisiniz diyorum.



Son olarak et yemenin çocuk gelişimi için faydalarını anlatanlar için;

 Endüstriyelleşmiş gıda ile tanışmamızın üzerinden yüzyıllar geçmedi, tavuğun sabah ocağa konulup akşama kadar pişmediğini anlatan bir nesil büyüttü bizi, dolayısıyla günümüzde yetiştirilen hayvanların etlerini yiyerek büyüyen çocukların gerçekten söylendiği kadar sağlıklı olup olmayacağını bize zaman gösterecektir.



Dipnot: Belki de bir kadın olduğum ve meseleyi hamilelikten başlayarak ele aldığım için yazı annelik üzerine oldu. Fakat bu yazı belirtmeye gerek olmasa da hatırlatalım, vejetaryen-vegan babalar için de J

12 Mayıs 2016 Perşembe

Adeta Bir Günah Çıkarma


Son iki günün dolmuşluğu ile hüngür hüngür ağlamam bu minik yazının nedeni.

Soğukkanlı kalıp düzgün değerlendir Pınar şu durumu, ‘gerizekalıyım, tartışıyorum insanlarla’ deyip geçme,pes etme diyorum ve düşünüyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum ama gözyaşlarımdan başka bir şey yok elimde...

Baştan alalım..

Vejetaryen olduğumu öğrenenlerle verdiğim mücadeleler her vegan,vejinin yaşadığı ile aynı. Fakat artık yazıdaki sert üsluba yavaş yavaş geçişime neden olan bazı gruplar var. Bunlardan ilki ki kendileri benim en tahammül edemediğim gruptur;  “Aaa ben et yemeden asla yapamam” diyenler. Öncelikle orda bir duralım. Şimdi bunu sana soran oldu mu? Hayır. İkincisi hadi sorduk diyelim. Ona –ebilmek, -abilmek denmez. Yapmam,istemem,tercih etmem denir.  Bunu duydukça sen benim gözümde adeta insan öldürmeden duramıyorum diyen bir katilsin. Halkımı katletmeden, onlara zulmetmeden duramıyorum diyen bir diktatörsün. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Anlatamıyorum tabi, sessiz bir anlayışa bürünüyorum. Çünkü ben de 2 yıl evvele kadar onlardan biriydim. Formu bozulmuş, doğranmış, yanmış bazı parçaların bir hayvanın olduğunu tam anlamıyla idrak etmekte zorluk çekiyordum. İçine doğduğum dünyada bu parçaları herkes yiyordu ve bana yediriyordu. Bunu hiç sorgulamamıştım ki. Peki benim sorgulamam neden birden etsiz yaşayamayacağını, bu tadı katiyen bırakamayacağını belirtme ihtiyacına sürüklüyordu seni?

Bu grup dışında bir de vücudunuza giren vitaminleri sizden çok dert edenler, e bitki de yeme o zaman diyenler,neden hayvan yemediğini öğrenmek için değil,yargılamak için sorup duranlar  ve ‘ben de senin kadar vicdanlıyım, tamam mı?’ altmetniyle saldıranlar.. Ve benim dün artık hüngür hüngür ağlamama sebep; tartışmaları sen açmamana rağmen, seni fikrini empoze etmekle, misyonerlikle  suçlayanlar..

Sanki bu düzende bunu yapmaya çalışmak yeterince zor değilmiş gibi, yoluna taş koyanlar, hayatı sana daha da zorlaştıranlar.. Ve en acıklı kısım, tüm bu –larlar senin en yakınlarınlar...

İnsan yavrusunun aç olanını görünce dayanamayıp göz yaşlarına boğulanlar, barış barış diyip tüm ezilenlerin yanında, savaşa,soykırıma ve tüm zalimliklere göğsünü siper edip duranlar bu duyarlılıklarına zeval gelmesinden, suçlanmaktan delicesine korkuyorlar. Daha sen ağzını açamadan adeta bir günah çıkarma işine soyunuyorlar. Güçlünün güçsüzü ezmesini, büyük balığın küçük balığı yemesini insafsızca bulurken, ezilen, işkence gören hayvanlar olunca birden doğal dengenin, ilkel hayatın savunucusu oluyorlar. Hayvanlara yapılan zulümların videolarına, belgesellerine bakamazken, o hayvanların tabaklarındaki uzuvlarını kibar kibar kesiyorlar.   Ve sen herşeye rağmen ağzına attığı lokmayı rahat çiğnesin, kötü hissetmesin diye sessiz kalıp susarken, onun vicdanı susmuyor. “Sen çok vicdanlı bir insansın aslında, endüstriyelleşmese hayvan yemekte hiç bir sorun yok, haklısın doğal düzen bu.” demenizi, yüreklerine su serpmenizi bekliyorlar.  Eğer bunu demiyorsanız, sanki onay almaları gereken bir merciymişsiniz gibi herkesin sunduğu argümanlarla sabaha kadar size laf anlatmaya çalışıyorlar.

Ama ben bu işin peygamberi değilim. Olduğumu iddaa da etmedim. Hala süt ürünleri tüketiyorum, eski deri eşyalarımı atmıyorum, hala vegan olmayan bir ruju dayanamayıp alıyorum. Yani ben de hala bu suça ortağım, benim de ellerim kana bulanmış. Kimseyi yargılamak değil derdim. Görüyorum artık, biliyorum. Sonra doğru bildiğimi söylüyorum. Ve bilmek muazzam bir sorumluluk yüklüyor omuzlarıma. Yükün bir kısmını taşıyor, bir kısmıyla hala başa çıkamıyorum. 

Peki bu gerçekle başa çıkamayacağını bildiği için kör dolaşanlar. Ne zaman gözlerini açıp, ellerini mücadele etmeye çalışanların yakasından çekecekler?